5 Nisan 2011 Salı

ULUĞ NUTKU'YA CEVAP: ULUĞ NUTKU MARKSİZMİ YAHUT BİLİM RUHBANLIĞI

Nutku’ya göre ‘bilime kapalı toplumun özelliği, herhangi bir dinin, dünya ve insan görüşü tarafından kuşatılmış, daha yerinde bir deyişle, kıskaca alınmış olması’dır. Nutku, insan ve dünya görüşü tarafından kuşatılanın ‘din’ olduğunu söylüyorsa, doğrudur. Din, insan ve dünya görüşü ile kısıtlanıyorsa, bir görü ya da külte dönüşür: Hıristiyanlık. Kuşatılan eğer toplumsa, o da doğrudur. Yok, ‘din, bilimi kullanmak, kendi temel önermeleri doğrultusunda bilimden yararlanmak ister’ diye vurgu bilime kayarsa, kısıtlanan bilim olur. Üstada uyarak biz de ‘din’ yanına ‘insan görüşü’ ve ‘dünya görüşü’nü de ekleyelim. Birinci kural: Bilim denilen şey, din, insan ve dünya görüşü tarafından kısıtlanamaz(?)


Demek bilim, insan ve dünya görüşünden başka. İnanç konusu da değil. Bilim, insan görüşlerinin belirli süreçlerden sonra oluştuğu toplam. Demek din kadar felsefi kuramlar da bilim değil, görüş. İkinci kural: Bilim/bilgi, görüş değil, inanç konusu değil(?) Çünkü “dinin temel önermeleri, evrenin, evren üstü bir güç tarafından yaratılmış, insanın da özel yaratılarak dünyaya yerleştirilmiş olmasıdır.” Nutku’ya göre, bu önermelerin bilimle yakından uzaktan ilgisi yok. Ne ki bilim şu: Evren, evren üstü bir güç tarafından yaratılmamış ve insan da özel olarak yaratılıp dünyaya gönderilmemiş. Bu, bilim önermesi, yani bilimle saptanmış. Yani bu konuda gözlem ve deney var, sonuçlar da tekrar tekrar sınanmış. Nutku bir kez de bize gösterecek. Değilse onunki de bir inanç. Gösterdi mi? Raporları evde unutmuş, bildiklerini okuyacak. İnsan evrimle gelişmiş olabilir. Evrim, bir teori, lehinde ve aleyhinde pek çok veri var. ‘Evrim var’ demek, ‘kanıtlandı’ demek. Evrim büsbütün kanıtlandı mı? Batıdaki bir kısım paleontolog ve biyolog açısından evet, bir kısmı açısından da hayır. Nutku’ya göre ikinciler bilim adamı değil, tarikat “besleme”si; bilim değil, takiyye yapıyorlar. Oysa ‘insan yaratıldı’ yargısı da inanç, ‘evrimle gelişti’ yargısı da inanç. Yook, illa ki evrimleşti. Niye? Çünkü ‘öyle olmalı’. Ama bu yanıt, olgu önermesi değil, değer önermesi; bilim değil, dünya görüşü: Maksist biyologun postulası. İkibinli yılların başında Dil-Tarih’ten bir paleontolog, “şimdilik kesin kanıt yok ama bulacağız, çünkü olmalı” diyordu.


Aslında evrimi savunan Müslüman bilim adamları var. İslam’la bilim birbirine karşıt mı? İslam’dan bakınca, bilim karşıt değil; hatta bilim, daha geriden geliyor. Çünkü en azından Kur’an’da, örneğin (1) demirin yeryüzüne dışarıdan geldiği söylenmiş, bu gün de bilim demirin yalnızca yıldızlarda üretildiğini belirtiyor; (2) yine Kur’an deniz seviyesinden en düşük bölgenin Lut Gölü olduğunu dile getirmiş, bilim de yirminci yüzyılda bunu kanıtlamıştır; (3) Kur’an evrenin sürekli genişlediğini dile getirmiş, bilim onun ölçümünü daha yeni yapmıştır; (4) Kur’an önce yeryüzünün katılaştığını, üzerine yedi kat gök katmanı örüldüğünü ve sonra yeryüzünün yeşilliklerle ve canlılarla donatıldığını söylemiş, bugün aynı şeyler bilim tarafından dile getirilmektedir; (5) Kur’an dağları, büyük toprak katmanları kımıldamasın diye onları birbirine tutturan bir kazık/çivi olarak niteler, ki bilim bunu olduğu gibi tasdik etmektedir. Bu yalnızca birkaç örnek ve bunlar asla Sümer yazıtlarında yok; çünkü bilimsel kanıtları yirminci yüzyılda ortaya konuldu. Kur’an bu ifadeleri dile getirdiğinde, dönemin bilimi (1) demirin yeryüzünde oluştuğunu söylüyordu; (2) Lut gölünün en düşük bölge olduğunu bilmiyordu, (3) evrenin sabit nicelikte olduğunu ve hiç değişmediğini söylüyordu, (4) evrenin oluşumu hakkında Ptolemy’nin tekcinsli gök bilimi ve evren modeli vardı; (5) dağların alta doğru inerek tabakaları tuttuğunu değil, basit toprak yığınları olduğunu söylüyordu. Dahası Kur’an, evrende yolculuğa çıkabileceğimizi, bunun için evrende durak yerleri olduğunu; ışık hızından daha hızlı gidilebileceğini; nesnelerin çok uzak mesafeleri ‘an’da katedebileceğini; sonunda gezegen ve yıldızların birbirine çarparak evrenin büyük patlamalarla çökeceğini söylüyor. İlahiyatçı bunlara hazır. Bilim de hazır. Nutku hazır değil. Nedeni, dine bilimden bakmaması, sorun bu. Demek durduğu yer bilim değil.


Şimdi duyulardan başlayarak bilime kadar uzanan bir sorgulama başlatalım: Evren, oluşan nesneler (kâināt) bütünü. Felsefe de varlığı, neliği ve değeri bakımından varolan üzerine. ‘Varolan’ ile ‘varolmayan’ ayrımı ne? Ayrımı ölçen ne? Duyum? Akıl? Diyelim ki varolan, duyuma konu olan. Varolanın varoluşunu ölçen de, akla haber verecek olan da duyu. O halde duyu, somut nesne ile (somut nesneyi anlamlandıran) akıl arasında elçi. Somut nesne ile burun buruna gelen, akıl değil, göz ve kulak. Akıl, son tahlilde, elçinin getirdiği verilere inanmak zorunda. Duyuların şu nesneyi –o nesne her nasılsa- olduğu gibi verdiğine ve nesnenin de veriyle tıpatıp uyuştuğuna inanmak zorunlu; aksi takdirde bilgi imkansız. Ama nesne her neyse salt onu mu algılıyorum, yoksa duyularımın şekillendirdiği verileri mi görüyorum? Kısaca duyum, nesneyi yalın olarak veriyor mu? Ne ki burası bütünüyle bilime kapalı. Dış dünyadaki nesne, duyudaki verisi ile özdeşse sorun yok. Ya değilse? Şıklardan birisini tercih etmek inanç. Bilim de ispatlayamaz, çünkü dışarıdan gelecek her veri, duyumla. Demek bilim ve felsefenin dayandığı ilk verilerin doğruluğu, bilime kapalı, çünkü bir tür aksiyom ya da postula. Yani dindeki inanç. Her ikisi de öyle kabul edildiği için öyle. Demek somut nesnenin ve duyu verisinin aynı olduğu, bir sav. Sanılar ya yerlerini kesin bilgiye bırakacak ya da değerlenip inanç olacak: Ampirik olarak gerekçelendirilemeyen ‘Nesne ve algısı aynıdır’ önermesi, ne doğrulanabildiği ne de yanlışlanabildiği için, yerini doğruluk-yanlışlık taşımayan değer önermesine bırakmış: ‘Nesne ve algısı aynı olmalı’. Ama bu, bir inanç. O halde bir felsefeci ya da bilim adamı, somut nesne ile akıl arasındaki elçilerin, yani duyuların, getirdikleri verilere inanacak. Ne ki bu inancın doğruluğuna evren dışı bir garantör de yok. Üçüncü Kural: Bilim ve felsefenin varlık üzerine edindikleri ilk verilerin nesnelerine tekabüliyeti bir inanç.


Dış veriler duyumun sonucunda, kavramsal bilgi de tümevarımın. Tümevarım: Önce Ali’yi, sonra Veli’yi duyumlayıp, ikinciyle birincinin benzerliğinden ‘insan’a; Ali ölünce de benzerlikten Veli’nin öleceğine çıkacağım. Benziyor mu? Özdeşliğe göre Ali, yalnızca ve hep Ali. Çelişmezliğe göre de Ali, Veli değil. Ha, evet, ‘Ali, Veli’ye benziyor’ diye kabul edeceğim, yalancıktan. ‘Benzemiyor kardeşim!’ desem? Bilgi olmayacak. Demek bir zorunluluk yok, ben istersem var bilgi. Peki, ‘istem’imin kaynağı ne? Eski deneyimlerim ve dünya görüşüm. Ali’nin ve Veli’nin ‘insan’ olması da ‘Veli’nin öleceği’ de birer sanı, dışarıda yok, benim deneyim ve görülerime göre bilgi olacak.


İmdi akıl-ötesi ve akıl-karşıtı evrenler ne? Ara verip inceleyelim: (I)Akıl ötesi: aklın el yordamıyla ya da tek başına, yardımcısız erişemediği evren. Aklın sahası değil ama akla karşıt da değil: İnanç evreni ya da somut nesneler evreni. Akıl, örneğin somut evrenin verilerini (aslında güvenmediği) duyularla ediniyor, sonra da o verilerin doğruluğuna inanıyor. (II)Akıl-dışı/karşıtı: aklın [ya doğuştan ya da] belirli deneyimlerle ulaştığı kurallara uymayan, hatta çelişen evren: Bütün, parçasına eşit. Burada akıl, duyumda gelen verilerle ve veriler arası ilişkilerle evrilecek ve bunları birer ilke/kural yapacak, sonra evrene de bu ilkelerle bakacak. Evrenin öbür köşesinde anlam veremediğini de bilim dışı sayacak(!) Nutku, dinsel önermeleri birinciden alıp ikinciye yerleştiriyor. Ama dinsel önermeler bütünüyle inanç konusuydu, aklın sahası dışındaydı. Şimdi bu yeni Marksist anlamıyla dinsel inanç, görünen gerçekliğe, akıl kurallarına ters düşecek. ‘Tanrı vardır’ önermesi neye karşıt? Akla mı? Yok; çünkü çelişme yok. Neye karşıt? Evreni öncesiz gören akla. Evren öncesiz mi? Kanıt yok ama öyle ‘olmalı.’ Ama bu, değer önermesi, yani inanç. Demek dinsel inanç ve bilim, kendi dünya görüşünü bilimmiş gibi gösteren bir hokkabazın el çabukluğuyla kıskaca alınmış. Gerçi bilimi de incelerken inançtan hiç çıkamadık ki! Bilim, neredeyse inançlar toplamı.


Devam edelim. Aklın kuralı neydi? Özdeşlik: X, X’tir. Heraklitos, Hegel ve Nietzsche’ye sorsak, bu kural da yok, çünkü bir salise arayla bir şey kendinin aynı değil. Özdeşlik, bilgiler arası ilişkilerde kendisini gösterir. Bir bakıma aklı çelişkiden koruyan sigorta. Şimdi biz, aklımızdaki özdeşlik ve çelişmezlik ilkeleri ile mi dış dünyaya bakıyoruz, yoksa dış dünya nesneleri arasında özdeşlik veya çelişki var da aklımızda böyle bir kalıtımsal kural mı oluştu? Her iki şık da birer inanç. Ama Nutku’ya göre ikinci ‘olmalı’, bilimsel olanı bu. Gerekçe: Bize önceden yazılım yükleyen bir Tanrı yok. Nutku, keşke Tractatus’u son satırına kadar okusaydı. Oysa ‘Tanrı yok’ da inanç. Dahası akıl ya da akıl ilkeleri var mı? Bilmiyorum, duyumda böyle bir veri yok, olsa da kuşkulu. Bana akıl ilkeleri olduğu söylendi, ben de inanıyorum.


Bilgi akıl ile. Elimde iki öncül var: (a) Bütün insanlar ölümlü ve (b) Sokrates de insan. Sonuç: Sokrates ölümlü. Gerekçesi, orta terimdeki ‘insan’. Birinci öncülü ele alalım: Bütün insanlar ölümlü mü? Bilmiyorum. Bilen bir tek Allah’ın kulu yok. Öyleyse, inanç. Demek ‘bütün insanlar ölümlüdür’ yargısı, benim deneyim ve görülerimden izin istiyor. İkinci öncülü ele alalım: Sokrates bir insan mı? Bilmiyorum. Şu şu özelliklerde olana insan diyorum. ‘Sokrates’ ve ‘insan’ı birbirine yaklaştırıp, ‘o, odur’ diyorum. Yalnızca ben ya da benim gibi çoğu kişi öyle dediği için ‘o, insandır’ diyorum. ‘Sokrates’in ‘insan’ olması da benim deneyim ve görülerime bağlı. Sondaki ‘dır’ eki dış dünyada yok, benim yargım. Demek Sokrates’in insan olduğu sadece bir kabul. Çünkü o kararı veren ben. Ölçüm yok, deney yok, insanölçer yok. ‘Sokrates’ sırf insan dediğimiz için insan olacak. İsa’ya Tanrı diyenlerin de gerekçesi var. Sonuç, bu iki öncülün kabulünden ortaya çıkan zorunlu yargı. Sonuç zorunlu ama iki ön kabule, aksiyomlara, dayalı. Öncülleri kabul etmek istemesem? O zaman bilgi de olmayacak. Bilgi benim istemime bağlı. Benden bağımsız, zorunlu bir şey değil. İstememin ilkesi de deneyimlerim ve dünya görüşlerim. Kural dört: İnançtan bağımsız salt çıkarım yok, demek elbirliğiyle salt üst bilgi de yok, pazarlanan bilgi var.


İşe olgu cephesinden bakalım. Yani tasımın sonucundan. Öncülleri bilmiyoruz, varolan sadece sonuç: Sokrates ölmüş, yatıyor. Yanı başında ona zehir uzatan çömezleri de gitmiş. Niçin ölmüş? Bilmiyorum. 1) Zehirden mi? 2) Mahkemeyi protesto için mi? 4) Canlı olduğundan mı? 5) Doğru bildikleri adına mı? 6) … 7) … Saydıklarımızdan birisi ya da bir kaçı olabilir mi? Evet. Ama ‘doğru bildikleri adına’ öldüğünü hiç bilmeyeceğiz. Çünkü cesedin dili yok. Ölüm nedeni, ‘doğru bildikleri adına’ değil, ‘zehir’ geçecek adli tıp raporuna. Ne ki ölümü araştıran, bir tıpçı/bilimci. Kadavrayı aklı üzerinden değil, bedeni üzerinden araştıracak. Ölüm gerekçesi de soyut ‘doğru bildikleri adına’ değil, somut zehir olacak. Biz ise nasıl değil, niçin öldüğünü sormuştuk, çünkü yaptığımız felsefe. Gerekçemiz hep somut olmayacak. Yine de ilk bakışta şıkların hepsi eşit derecede orta terim, yani sonucun eşit derecede gerekçesi, hepsi olanaklı.


Şimdi elimizde somut evren var. Öncülleri olmuş bitmiş bir sonuç. Dili olmayan bir ceset. Niye var? Sözgelimi 1) Tanrı olduğundan var. 2) Madde kendinde öncesiz olarak var. 3) İlkin bir enerji vardı ve maddeye dönüştü de ondan var. 4) Evrenin canı istedi de ondan. 5)… 6)… Şimdi birinci gerekçenin ikinci gerekçeden farkı var mı? Yok. Çünkü henüz bilimsel bir gerekçemiz yok: Gözlem yok, deney yok, evren de sürekli yok olup varolan şey değil. Yine elimde sonuca zorunlu olarak ulaşacağım belirli/kesin bir gerekçem/orta terimim yok. Şimdilik (1.) ile (2.) gerekçenin doğruluk değeri aynı. Oysa daha yakından bakınca, Nutku’ya göre birinci ile ikinci gerekçe kökten ayrı. Niye? 1) Birinci gerekçe inanç, çünkü gözlemlenebilen, deneyle sağlanabilen bir şey değil, dolayısıyla Tanrı yok. Nutku burada ‘niçin’i araştıran bir felsefeciden ‘nasıl’ı araştıran bir bilimciye dönüşüyor. Kadavrayı parçalayacak ama ‘niye’ öldüğünü bulamayacak, çünkü ‘nasıl’a çalışıyor: Hep “zehirden… zehirden…” diye sayıklayıp duracak. Sokrates’e zehri uzatan Kriton’un ağlamaklı “Hayır! ‘doğru bildikleri adına’ öldü” sözüne de gülüp geçecek, çünkü o bir inanç, bilim değil. Oysa ‘niçin’ ve ‘nasıl’ ayrımlı. ‘Niçin’in yanıtı da asla ‘zehir’ değil, soyut bir istem. Dolayısıyla evrenin varlık gerekçesi de ‘nasıl’ın değil, ‘niçin’in yanıtı. 2) İkinci gerekçe olan ‘evren kendinde öncesiz olarak var’ şıkkı ise Nutku’ya göre bilimin konusu. Çünkü gerekçe bilimsel, yani gözlem var, deney var ve sınanabilir. Öyle mi? Elbette değil. Termodinamiğin ikinci yasası olan entropi, geriye doğru gittiğimizde evrenin başlangıcı olacağını söylüyor. Yine artalan ışınımları da evrenin yaşı hakkında ipuçları veriyor. İster doğrulamacı isterse yanlışlamacı tahlillerle bakalım, durum umutsuz, çünkü evrenin kendinde öncesiz olarak var olduğu savı bilimsel önerme değil. Nutku burada ise, tam tersine, ‘nasıl’ı araştıran bilimciden ‘niçin’i araştıran felsefeciye dönüşüveriyor. Çünkü ikinci şıkkın ‘nasıl’ı yok, ‘niçin’i var: Tanrı yok da onun için. Demek bilim bu! Buna biz de takiyye diyoruz üstat. Evren öncül değil, sonuç; her sonucun da bir ‘neden’i, gerekçesi var: Varlık istemi. Tıpkı Kriton’un sunduğu gerekçe gibi. Evrenin nedeni yok mu? O da inanç. Çünkü ortada sonuç var. O halde olgudan/sonuçtan baktığımızda, ‘niçin?’ sorusuna gösterilen gerekçeler hep olanaklı. İnanmadıkça ya da bilimsel gerekçe bulmadıkça, ne bu ne öteki. Kural beş: İki öncülün tek sonucu vardır. Ama bir sonucun/olgunun nedeni, sayısız gerekçelerden biridir. Bilim adamı kanıt olmadıkça birini diğerine yeğleyemez.


Demiştik ki, duyu akla veri taşır. Veri ne? Nöronlardaki dendtrit ve aksonların etkinliği, fiil durumu. Ayrıca her nöron farklı. Nöronlar hastalandı, ne olacak? Mental hastalık. Bütün verilerin tamamı, beyin hücrelerinde ortaya çıkıyor ve her bir hücrede tamamı ayrı ayrı saklanıyor. Demek evrensel olarak gördüğüm akıl ilkeleri, benim nörolojik sapmalarımdan başka bir şey olmayacak; çünkü akıl, bir inanç. Buna göre benim biyolojik yapı ve kalıtımlarım da ‘evrensellik’i doğrudan dumura uğratacak. Şimdilik bu bir sav, hem de materyalizmin lehinde bir sav. Ama materyalizmin ‘düşünsel evrenselliği’ni savunan mevcut paradigmasına da taban tabana zıt. Biri varsa öbürü yok. Nutku’nun savunduklarına bütünüyle zıt. Diyalektik materyalizm, Aristoteles’in 2300 yıllık ‘evrensellik’ dogmasını takiyyeyle bilime sokmuş. Ne ki yeni yüzyıldaki bilimsel keşiflerle birlikte, ‘evrensel’ yok. Atom altı dünyada her şey farklı. Salt madde yok, yalnızca soyut enerjinin farklı modları var. Kuarkların, hatta oraya inmeye gerek yok, proton ve nötronun hareketleri, enerjinin boyutunu, yani bilgisini belirliyor. Ama bu bilgi salt değil, zamana, mekana, bakışa göre hep değişiyor. Kısaca enerji gözlemciye göre hal alıyor, kimileyin enerji olarak kimileyin madde olarak, kimileyin şu olarak kimileyin bu olarak. Tıpkı uzaydaki bir cismin bilgisinin, yani ışığının, gözlemcinin bulunduğu noktaya gelene dek yıldız ve karadeliklerin çekmeleriyle bükülmesi gibi. İkibin üçyüz ışık yılı ötedeki yıldızın bilgisi, gözlemciye ikibin yıllık mesafede farklı, bin yıllık mesafede farklı, her bakışta farklı gelecek. Kalkıp o yıldıza gitsek ve dünyaya baksak, ne görürüz: Aaa! Aristoteles, Lyceum’nin bahçesinde yürüyerek Theophrastus ile Eudemus’a Güneş’in Dünya etrafındaki ekliptik dönüşünü anlatıyor! Uzay gemisine binip binüçyüz ışık yılı beri gelelim. Tekrar baktığımızda ne görürüz: Bütün bilimlerde otorite olan İbn Sina, önceki peripatetikler gibi, atomun olmadığına dair sayısız kanıtlar sunuyor. Biraz daha gelelim ve yine bakalım: Aaa! Newton kendi yaptığı merceklerle bize doğru bakıp, zaman ve mekanın (göreceli değil), evrenin her yerinde salt/mutlak olduğunu yazıyor. Biraz daha gelip yine bakalım: Biyolog Haeckel, hücrenin, hiçbir işlevi olmayan, basit jölemsi-protoplazma olduğunu söylüyor. Nihayet dünyaya iniyoruz, kapıyı açınca ne görelim: Bir ihtiyar ayaküstü bir şeyler söylemeye çalışıyor: “İnsan aklı salt bilim ve felsefe yapar, dolayısıyla bildikleri salt doğrudur; insan evrimleşmiş hayvandır; evren öncesizdir; müslümandan bilim insanı olamaz…” Evet, gemiden gözlemlediğimiz bilim otoriteleri de bu sonuncusu gibi evreni salt bildiklerine inanmışlar, elde ettikleri verileri sarsılmaz bilgi gibi pazarlamışlar, kendilerini eleştirenlere “yeni yetme” ya da “besleme” demişlerdi. Demek bilim, insan inançlarından büsbütün bağımsız değil. Demek bilim insanı, ulaştığı verilere, kim olduğunu, nerede, nasıl ve hangi vakitte elde ettiğini de not edecek. Kural altı: Evrensellik fikri yalnızca bir kuruntu.


Felsefenin İlerleyen Bilgisi sürekli evrilen akıldan, bilimden güç alıyorsa, izafiyet, kuantum, sicim ve paralel evrenler gibi pek çok bilimsel kuram da nesne-duyum özdeşliğine ve evrenselliğe gerekçeli eleştiriler sunmakta. Kulağımda çınlayan, ilerleyen bilgiye ayak diremenin, geriden geriye bir dogma savunması, yobazlık olduğu.


Şimdi bilim ne: Salt-zorunlu bir üst yapı mı? Her adımda inançlarla yol alan toplam mı?


Kuralları yeniden yazalım:


1- Bilim denilen şey, din, insan ve dünya görüşü tarafından kısıtlanamaz(?) Öyle olmalı mı? Nutku da kendi dünya görüşüyle bilimi sınırlamış.


2- Bilim/bilgi, inanç konusu değil(?) Öyle mi? Nutku kendine ters düşerek bilimin her aşamasında farkında olmadan inançlarla yol almakta.


3- Bilim ve felsefenin varolanlar üzerine edindikleri ilk verilerin dış tekabüliyetleri bir inanç ürünü.


4- İnançtan bağımsız salt çıkarım yok, demek elbirliğiyle salt üst bilgi de yok, pazarlanan bilgi var.


5- İki öncülün tek sonucu vardır. Ama bir sonucun/olgunun nedeni, sayısız gerekçelerden biridir. Bilim adamı kanıt olmadıkça birini diğerine yeğleyemez.


6- Evrensellik fikri yalnızca bir kuruntu.


Sonuç: Salt felsefe ve salt bilgi yok, her şey inanç ve kabulle yol almakta. Kendi dünyamızın faili, istemlerimiz. İstem yoksa, bilgi de yok. Peki istemimizin ilkesi ne? Kişisel ihtiraslarımızdan en ulvi amaçlarımıza kadar her şey. İnsan bir toplam, sayısız ilişkiler kombinasyonu. Bilgi, bu toplamın ortak ürünü. Artık ‘düşünen hayvan’ değil insanın neliği. Evrimleşti: Seven, inanan, bilen, hayal kuran, Balcalı’da doğan, dünyaya Yörük obasından bakan biri oldu. Sevgisi, inancı, hayalleri, çevresi, yaşam tarzı onu inşa ediyor, o da bilgiyi inşa ediyor. İmdi Nutku, ilahiyatçının felsefeci olamayacağını, felsefe bölümlerine sızdıklarına göre de takiyye yaparak düşüncelerini orada bilimle meşrulaştıracaklarını söyleyip yargıyı göreve çağırmış. [Marks’ın, kendi sistemindeki eytişimci düşünceyi ilahiyatçı Hegel’in soyut-tanrısal Geist’ından alması çelişki değil! Yani hocasının bir ilahiyatçı olması hiç değil! Neymiş? Hegel baş aşağı duruyormuş. Ne gülünç bir gerekçe… Çünkü Hegel de o haliyle Marks’ı baş aşağı görecek.] Bu asırlık Alman aksanlı ruhbancılık, bizim illerde Mösyö Lyotard’ın operetinden sonra mizaha çıktı. Diyeceğim, geçmiş deneyimleri üstadı inşa etmiş, o da bilgiyi. Dünya görüşüyle evrilen akıl ilkeleri, ilahiyatçı ile felsefeciyi birbirinin çelişiği yapmış. Biri varsa diğeri yok! Dahası, benim hiç hükmüm yok! Şimdi kalkıp üstada ne diyeyim? Bu yazıyı yazanın bir hayalet olduğunu mu… Yook! Kendi dünya görüşünü bilim sanmak, ‘besleme’ kadar onun da hakkı. Üstad, üstaddır. Değilse, bilimin dünya görüşüyle kuşatıldığını hazreti dinlemeden nasıl anlayacaktım? Hay retoriğine sağlık.